Gıda Tüketimimiz Farklılaşırken(*)

İnsanın evrimi boyunca tüketilen gıdaların, yaşanılan ortam ekolojisine bağlı olarak değiştiği bir gerçek. Fakat günümüzün küreselleşen dünyasında, genelde standartlaşan gıda tüketimi, bu kez “tüketici tercihleri” nedeniyle değişim göstermektedir.

Antropogen (insan eliyle) kaynaklı küresel ısınmanın nedeni yer kürenin güneşin çevresindeki yörüngesinin ve ekseninin eğikliğindeki değişimidir.  İşte bu endüstrileşme öncesi iklim değişimleri insanları göçe, birçok canlı türlerinin yok olmasına, yiyecek tür ve çeşitlerini bazen neredeyse tamamen değişimlerine neden olmuştur.

Günümüzdeki gıda tüketimlerinde değişim trendlerini daha sağlıklı yaşam arzusuna ve refaha dayandırabiliriz. Son yıllarda tüketilen kalori miktarındaki artış bunu doğrulamaktadır.  

Nüfus artışı, küresel ısınma, artan refah seviyesi nedeni ile 2050’lerde, bugünkü üretilen gıda maddeleri miktarının %50-%70 artırılması gerektiği öngörülmektedir. Fakat gelecekte tüketeceğimiz ana besin maddelerinde aynı oranda değişim beklememeliyiz.

İşte burada tarım stratejistlerinin gelecekte hangi tarım ürününün ne miktarda tüketilmesinin beklendiğini bilme zorunluluğu öne çıkmaktadır. Bu soru başta FAO, Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Dünya Gıda Programı (WFP), Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) ve CGIAR gibi çok sayıda uluslararası kuruluş raporlarında yanıt bulmaktadır. 

Ana ürünlerin 2005, 2006 ve 2007 yıllarında kişi başına yıllık tüketim ortalamaları ile 2050 yıllarında beklenen değerler ÇİZELGEDE ele alınmış ve farkların, gözlenen değerlere oranı (%) hesaplanarak son sütundaki verilere ulaşılmıştır. Bu rakamlara dayanarak, hangi ürünlerin daha çok tüketileceği kolayca anlaşılmaktadır. Bu verilere göre gelecekte bazı ürünlerin araştırmasına, yatırımına ve üretimine öncelik verebiliriz.

Bu verilerden hareketle, ülkemiz tarımında nasıl bir yeniden yönlendirme yapmamız gerekebilir sorusuna yanıt arayalım.

  • Önce kişi başına yıllık kilokalori değerinde beklenen artışa bir göz atalım: 2772’den 3070’e çıkması beklenen bu enerjinin karşılanması için gerek bitkisel ve gerekse hayvansal gıda tüketiminde artış olacağı için söz konusu ürünlerde, günlük kalori gereksinimini karşılamak için %11’lik bir artış sağlamak zorundayız. Nüfus artış oranını da ayrıca hesaplamamız gerekir.
  • Tahıl tüketiminde sanki bir değişim olmayacakmış gibi görünen “%1” aslında biraz yanıltıcı. Çünkü Çin gibi yüksek nüfuslu bir ülkenin hızla buğdaydan pirince geçişini izlediğimiz bu günlerde, tahılların kendi içinde ayrı bir değerlendirme yapılmasını zorunlu kılıyor. Nitekim Türkiye’de de kentleşmeden kaynaklanan nedenle, yıllık kişi başına pirinç tüketiminin son 30 yılda iki misline çıktığına bu linkte detaylı olarak değinmiştir.  
  • Kişi başına yıllık şeker tüketiminin belirtilen süre içerisinde 22 kg’dan 25 kg’a çıkmasının beklenmesi sakın şeker pancarı üreticilerini sevindirmesin. Çünkü şeker kaynağı olarak şeker kamışı öne çıkacaktır. Hatta şeker pancarı, ekim alanı daralacak tek kültür bitkisi olacaktır.
  • Baklagil tüketiminde bir kg’lık artış aslında bu grup bitkilerin %15 artışı anlamına gelmektedir. AB 7. Çerçeve araştırma projelerinde bilime dayalı biyoekonomik projelerinde önceliği baklagil ağırlıklı bitkilere vermiştir. Bu yaklaşımda ilke, Akdeniz diyetinin temel gıdası olan bu ürünün, özellikle kuzey Avrupa’ya yayılması, sağlıklı beslenme açısından toplumuna sahip çıkarken, sağlık giderlerini de azaltmaktır. Sulanır alanlarımızdaki genişleme nedeniyle, ekim alanları daralan mercimek, nohut gibi ürünlerde artık kendine yeterli olamayan Türkiye’nin baklagil üretiminde bir hamle yapması, araştırma ve destek programlarında yenilemeye gitmesi yararlı olacaktır.  
  • Çizelgede en fazla artış beklentisi bitkisel yağlarda izlenmektedir. İthalatçısı olduğumuz bu kategori için Türkiye’nin özel stratejiler geliştirmesi gerekecektir.
  • Et ve süt konusu tüketimi artması beklenen tartışılmaz ana gıda kaynaklarıdır. Çiftlik balıkçılığının hızla arttığı ülkemizin bu konuda farkına varmadan gerekeni yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Batı ülkelerinde hızlı bir şekilde devreye giren bitki bazlı et konusunda Türk gıda sanayicilerinin dikkatlerinin çekilmesi yararlı olacaktır[1].

Bu gıda kategorilerinin beklenen artışlarına göre her ülkenin gerekli yatırım ve araştırmalara yeniden yön vermesi gereği karşımıza çıkıyor. Peki, politikacısından bürokratına, bilim adamından, yatırımcı özel sektörüne bu detaylara ne oranda vakıfız? Geleceğin planlanmasında zaten adı geçen şahıs ve birimler değil de “düşünce kuruluşları” görev üstlenmişlerdir.

Daralacağı beklenen ekim alanlarına karşın daha fazla üretmek için birim alandan daha fazla verimi sağlayacak biyoekonomik araştırmalar için bütün ülkeler adeta yarış içindedirler. Diğer taraftan küresel ısınma ile birlikte oluşacak koşullara uyabilecek yeni çeşitler[2] için her ülke bitki ıslahına yönelik çok farklı sistemler-stratejiler geliştirmek zorundadırlar. Nitekim BRIC ülkeleri tarımsal araştırma sistemlerini adeta yeniden yapılandırmışlardır. BREZİLYA tohum ıslahının önemini fark eden ilk gelişmekte olan ülke olarak- Tarım Bakanlığı, Tohumculuk sektörünü ve Üniversiteleri Tarımsal Araştırma Konseyi “EMBRAPA” adı altında toplamıştır. Bu kuruluş Brezilya’nın birçok üründe dünya pazarında lider olmasını sağlarken, yalnız “çeşit geliştirme” ile de kalmamıştır. Geliştirilen çeşitler öylesine agronomik olanaklara fırsat yaratmıştır ki, üreticisine bir yılda iki soya ve bir yılda “buğday + soya” yani aynı araziden yılda iki ürün alma fırsatı sağlamıştır[3].

Hindistan tarımsal araştırmalarını ICAR (Hindistan Tarımsal Araştırma Konseyi) 59 enstitüsü, 69 Ziraat Üniversitesi ve 636 istasyonu ile onlarca kültür bitkisinde biyotek çeşit adayları ile ülkenin yarınları için gerekli yeni çeşit gereksinimini karşılamaktadırlar[1].

Ülke olarak bizim de Kamu, özel sektör ve üniversiteleri bir çatı altında toplayacak ulusal “Tarımsal Araştırma Konseyini” kurmamız gerekir.

Nazimi Açıkgöz


[1] (http://www.washingtonbanglaradio.com/content/14886714-new-paradigms-agricultural-research#ixzz2qmhyxNrv

(*) Not: Bu yazı bir YouTube videosu olarak da izleneblir: https://youtu.be/eu-LhuGNk0E

İklim Krizi AB’nin Başını Ağrıtmaya Başladı

Çoklarımız iklim krizi – küresel ısınma dendiğinde, AB ülkelerinin bundan en az etkilenecekler arsında olacağı görüşünde birleşirler. Okyanusta ortadan kalkacak adaların yanında, AB’deki iklim değişimi kaynaklı olumsuzluklar gerçekten neredeyse önemsenmeyebilir. İşi tarımsal üretim ve yiyeceğe ulaşım açısından ele aldığımızda da kuraklık nedeniyle ülkelerini terk etmek durumunda kalan Afrika kökenlilerle AB vatandaşlarını karşılaştırmak biraz garip görünebilir.

Fakat olaya yakından bir göz attığımızda görürüz ki:

  • 2022’nin bu yazı, Avrupa’daki çiftçiler için en sıcak yazlardan biri oldu. Bazı ülkede yaklaşık 500 yılın en kötü kuraklığı yaşandı[1] (Grafik);
  • Avrupa Komisyonu’nun Ortak Araştırma Merkezi’nin (JRC) yayınına göre AB’nin yüzde 17’sinde aşırı düzeyde kuraklık yaşanmış;
  • Mısır, soya fasulyesi gibi ürünlerde %30 a varan verim kaybı yaşanmış;
  • Macaristan, Romanya, Slovenya ve Hırvatistan’da çiçeklenme dönemi aşırı sıcaklara ve kurak dönemi rastlamış ve bu ülkelerde tahıllarda dane dolumu sorunları nedeniyle verim kayıpları gözlenmiş;
  • Elektrik, su ve sair üretim girdilerinde büyük bir artış yaşanmıştır. Bu girdilerden bazılarında fiyatı %300 artan kalemlere dahi rastlanmıştır.

Bu duruma bir çiftçi örgüt başkanının yaklaşımı, olayı daha net olarak aydınlatıyor: “ÇİFTÇİYE İHTİYAÇ ZAMANINDA KİM YARDIM EDECEK? Şimdiye kadar bu karmaşada bir yardım almadık. Bu nedenle çiftçilerin cebine giren doğrudan yardım talep ediyoruz. Pek çok insan, kırsalın günde üç kez yememiz için yiyecek ürettiğini unutuyor. Birçoğu kırsala sadece seçim dönemlerinde ayak basıyor ve verimli bir tarımın yapılmamasının gelecekte üçüncü ülkelerin eline geçeceğini unutuyor. Yiyeceklerle oynamamalıyız”

Avrupa daha geçen yıl organik beslenme adına, önümüzdeki yıllarda uygulanmak üzere bir seri kararlar almıştı[2]. Tabi bu kararlarda CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılması, enerji verimliliğinin geliştirilmesi gibi hedefler de vardı. Bu kararlar: 2030 yılına kadar kimyasal pestisitlerin kullanımının %50 azaltılması, 2030 yılına kadar gübre kullanımının en az%20 azaltılması, 2030’a kadar organik tarım alanlarında %25′ ve organik su ürünleri yetiştiriciliğinde belirli bir artışın olması vb. Ne var ki iklim krizi ve savaşın da etkisi ile, Polonya, İspanya ve Macaristan söz konusu “Tarladan Çatala” yönetmeliklerinin değiştirilmesi doğrultusunda harekete geçtiler.

AB’de gıda güvenirliği doğrudan tehdit altında olmasa da Avrupa Birliğinin kuşkusuz karmaşık bir dönem geçirdiği bir gerçek.  COVID-19’un devam eden etkileri, dünya gıda, enerji ve gübre piyasalarında fiyat şokları yanında bazı hammaddelerin kıtlığına yol açan mevcut jeopolitik durum inkâr edilemez. Enflasyonun yükseldiği günümüzde uygun fiyatla gıda sağlanması AB Üye Devletleri için de geçerli.

Birliğin bu yılki başkanlığını yürüten Çek Başkanlı yıllık toplantıda tarım konusunu öne çıkartmıştır.  Bu hem gıda güvenirliği ve hem de sürdürülebilirlik ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına açısından önemlidir.

Gündeminde tohumculuk ve yeni çeşitlerin ıslahı konusu öncelikler arasında yer almaktadır[3].  Yeni gen teknikler olarak bilinen ve yeni çeşitlerin ıslah sürelerini kısaltan yöntemlerin AB’de de yeterince desteklememesi dile getirilirken, bu ve benzeri yeniliklerin AB dışında gelişmesi sorgulanıyor. Söz konusu modern teknik ürünlerinin AB dışında gıda ve yem güvenliği, sürdürülebilir tarım, biyolojik çeşitlilik ve gıda sistemleri üzerinde olumlu etkileri gözlenirken, AB’nin bu konuda rekabet şansını yitirmesi büyük bir dezavantaj kabul ediliyor.

Çek başkanlığı ilaveten, AB’nin sosyo-politik yeşil stratejisinin bu tekniklerin faydalarını inkarını gerektirmediğini, bu yöntemlerle kısa sürede ıslah edilen çeşitlerin örneğin, kuraklığa, tuza dayanıklılık, erkenci-geçci çeşitlerin geliştirilerek iklim değişikliği çerçevesinde tarıma ve gıda üretimine yararlı olacağı görüşünde. 

Çek Cumhuriyeti, Romanya, Litvanya, İsveç ve İtalya gibi üye devletleri Avrupa Adalet Divanı’nın gen düzenlenme konusundaki kararlarının yeniden gözden geçirilmesi için çağrıda bulunurken, AB’nin organik tarım savunucuları yeşiller, söz konusu kararları desteklemeye devam ediyor. Bilindiği gibi gen düzenlemeleri AB dışındaki hiçbir ülkede GDO’dan farklı mevzuatta değerlendirilirken, AB ve ülkemizde aynı  kefeye konulmaktadır.  

Nazimi Açıkgöz


[1] https://european-seed.com/docs/books/volume-9/issue 4/?page=30&utm_campaign=European+Seed+Marketing&utm_ medium=email&utm_source=hs_email

[2] https://www.euractiv.com/section/agriculture-food/news/organic-farming-improved-but-still-flaws-with-traceability-eu-auditors-find/

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/10/11/kimya-nobel-odullulerinin-bulgu-sonuclari-coktan-market-raflarina-ulasti/

Yarınlarda Gıda Krizi Yaşamayız!

FAO, Avrupa Komisyonu (EC), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD) ve Dünya Gıda Programı (WFP) kısa zaman önce, yarınların gıda gereksiniminin karşılanması için bir çerçeve işbirliği anlaşması imzaladılar. Amaç gıda güvenirliği ve güvenliği konusunda etkili, koordineli, sürdürülebilir yeni stratejiler geliştirmekti. Bunu

zorlayan nedenleri grafikten kolayca anlamak olası: Önce 1960 yılında 3 milyar olan nüfus 1080’de 4,3 ve 2000’de ise 6 milyar olmuştur. 2020’lerde ise 7,5 ve 2050 yılında ise 9,5 milyar olacağı beklenmektedir. Bu rakamlardan ve var olan ekim alanı verilerinden hareketle 1960 yılında kişi başına 4,3 hektarlık bir üretim alanı düştüğü, bu rakamın 1980’de 3’e ve 2000’de 2,2 hektara gerilediğine şahit oluruz. 2020 yılı tahmini ise 1,8 hektardır.  Burada, çizelgeden de yararlanarak bir hektarın doyurduğu kişi sayılarını tahminlemeye çalışalım: 1960 yılında bir hektar 0,7 kişiyi, 1980’de 1,5 kişiyi, 2000’de 2,7 kişiyi doyurmuştur. 2020 yılında ise bir hektarın 4,2 kişiyi doyurması gerekecektir. Buradan hemen birim alandan daha fazla ürün almanın kaçınılmazlığı ortaya çıkmaktadır.

Yıllar 1960 1980 2000 2020
Dünya Nüfusu (milyar) 3,0 4,3 6,0 7,5
Kişi Başına Düşen Hektar 4,3 3,0 2,2 1,8
Bir Hektar Kaç Kişiyi Doyuruyor 0,7 1,5 2,7 4,2

Birim alandan kaldırılan ürünü kısıtlamada ana etken olan çevrenin-iklimin gittikçe etkisini gösterdiği günümüzde, gıdamızın geleceğinin çok iyi irdelenmesi gerekmektedir.

İklim değişikliğinin başta sağlık olmak üzere, üretim alanları, tarım ve çevreyi tehdit edeceği bir gerçek. İnsanoğlu bu konuda bir şey yapmadığı takdirde, önümüzdeki 50 yılda, 4-5 C0 lik bir artış, artık bir endişe olmanın ötesinde görünüyor. Sıcaklık dalgaları, sel, fırtına, buzul erimeleri gibi değişimlerin, özellikle tarımsal üretim alanlarında büyük ölçüde etkili olmaya başlamıştır. Artan nüfus, daha fazla günlük kalori gereksinimi gibi beklentileri de bu kısıtlara ekleyecek olursak, insanlığın kendi geleceği için gıda üretimine yönelik en küçük fırsatları değerlendirmesi kaçınılmazdır.

Peki, gıda ve tarımsal üretimini nasıl artırabiliriz?

Bu konuda her toplum, kısa ve uzun vadeli sürdürülebilir projeler gerçekleştirmekte veya yenilerini planlamaktadırlar:

-Bazı ülkeler üretim modellerini değiştirmekte: Arabistan’ın 2016 yılında su tasarrufu amaçlı olarak buğday tarımına son vermesi gibi[1];

-Fransız bağcılar bağ tesislerini Birleşik Krallık’a kaydırmaları gibi, bazı üreticiler üretim yerlerini değiştirmekte;

-Bunlara anıza ekim, ikinci ürün (Çin’de çeltikte yılda dört ürün bile alınabilmektedir), çift biçim[2], topraksız tarım, dikey tarım, şehirde çatı ya da depo-bodrum tarımı, permakültür gibi yeni uygulamalarla üretim artışları sağlanabilecektir;

-İklim değişikliği karşısında yarınki gıda maddelerini garantileme konusunda bitki ve hayvan ıslahı güvenilir kaynakları oluşturur. Daha şimdiden ağırlıklı olarak genetik mühendislik ve biyoteknolojiden de yararlanarak, kurağa dayanıklı mısır çeşitlerinin, tescil edilerek üreticiye ulaştırılmış olması bunun bir ispatıdır;

-“CRISPR-Cas9” gibi yöntemlerde, GDO’ların aksine dışarıdan herhangi bir gen transferi olmaksızın, hedeflenen genin, işlem aşamasında uygulanan geçici DNA kesici enzimler yardımı ile susturulması, etkisinin artırılıp azaltılması, mikro-mutasyona tabi tutulması ile yeni genotipler yaratılmış oluyor. Bu yeni ıslah teknikleri[3] ile bitki ve hayvanlar geliştirilmeğe başlanmıştır;

-Tüketiciler, flexitarians (daha az et yiyen insanlar) davranışa yönlendirilebilir. Böylece toplumun et tüketimi azaltılarak tarımsal üretimde büyük bir değişimler sağlanabilir. Bu konuda bitkisel kökenli yapay et teknolojilerindeki gelişmeler[4] ümit vericidir. Bu konu, özellikle arazi ve su kullanımı konusunda öne çıkan, iklim değişiminde de sıkça öne sürülen hayvancılığı rahatlatacak bir fırsat gibi görünüyor;

 Ürün kayıplarının yarıya indirilmesiyle 2050’lerde tarımsal üretim %20 artabilecektir;

-Çiftlik işi yapan robotlara, sürücüsüz traktörlere ve tarımsal üretim için geliştirilecek yeni teknolojilerle, tarımsal verim artırılabilir;

-Atıkları böceklere yedirerek Avustralya’nın en büyük yenilebilir böcek çiftliği (Edible Bug Shop) acaba yiyeceklerimizin zenginleştirilmesinde çarpıcı bir örnek olabilir mi?

Nazimi Açıkgöz


[1] http://blog.radikal.com.tr/ekonomi-is-dunyasi/kuresel-isinmanin-tarimda-ilk-can-sesi-suudi-arabistanda-bugday-tarimina-son-22873

[2] Çeltiğin hasattan sonra bitkide gelişen yeni saplardan ikinci bir ürün elde edilmesi 

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2019/03/02/gen-duzenleme-ile-ilk-bitki-soya/

[4] http://blog.milliyet.com.tr/biyoekonomide-hayvancilik-ve-et-odak-noktasi/Blog/?BlogNo=588064

TÜRKİYE’NİN NARENCİYE DOSYASI

Toplumumuz ne yazık ki, ülke ekonomisinin kilit taşı olan üretim sektörleri hakkında detaylı, güvenilir ve doyurucu bilgiye ulaşımda, sorun yaşamaktadır. Bu üretim Nar4

sektörlerinden biri de narenciyedir. Türkiye’nin narenciye ekonomisi ile ilgili yıllık istatistikler ötesinde üretim, pazarlama, çeşit geliştirme gibi konular ve hatta yetiştirilme stratejileri belirli kesimce merek edilmektedir.

2012 yılı verilerine göre yaklaşık 9 milyon hektar alanda, 130 milyon ton narenciye üretilmiştir. Bu üretimin %52`si portakal, %21`i mandarin, %12`si limon ve %6`sı greyfurttur.

4,3 milyon ton civarındaki yıllık üretim ile ülkemiz, dünya üretiminin ancak %3’ünü karşılamaktaysa da, üretiminin %37’sini ihraç eden ender ülkelerden biridir. Ancak bu ihracat son yıllarda ancak bir milyar US$ civarında kalmaktadır. 2010’larda 1,5

milyon tonluk ihracat sağlanabildiğine göre, Türkiye’nin bu konudaki potansiyeli unutulmamalıdır.

Söz konusu üretim miktarı, yılın iklim koşullarına göre değişebilmektedir. Nitekim 2016/17 rekoltesi bir öncesine göre  %10 daha düşük olmuştur.

Akdeniz bölgesi bu ürünlerin 2016 yılı üretiminde portakal %43,  mandalina %32,

limon  %20 ve greyfurt %5 pay almaktadır. Fakat yedi yıl öncesine bir göz atıldığında (Grafik!), bu ürünlerin toplam narenciye üretimindeki paylarında çarpıcı değişimlere

rastlanmaktadır. Toplam üretimde portakalda %5’lere varan gerilemeye karşın, mandalinanın 2009-2016 yılları arasında en fazla artış gösterdiği izlenmektedir. Bunda şüphesiz, en fazla ihracatı yapılan ürün olmasının da payı olsa gerek (Çizelge!).

2015-2016 yıllarında narenciye ihracatında değişim (bin ton)
2015 2016 Değişim
Mandalina 560 673 113
Limon 471 449 -22
Portakal 332 403 71
Greyfurt 154 182 28

Bu dört ürünün ihracatında da, ülkelere göre sıralama değişiklik göstermektedir. Örneğin Irak’a ihracatta portakal ilk sırada iken, Rusya’ya yapılan narenciye ihracatında mandalina, Romanya ihracatında limon öne çıkmaktadır.Türkiye, her ne kadar, yıllardır narenciye tarımı ve ihracatı ile iç içeyse de, başta kooperatifleşme olmak üzere, destek ve girdi maliyetleri açısından doyurucu adımları atamamıştır. Don zararının önlenme seçenekleri, sulama sistemleri gibi özellikle küçük çiftçinin zorlandığı yatırımlar, farklı bir destek tipini gerektirmektedir. Yaygın Akdeniz meyve sineği, unlu bitle mücadele ve ilaç kalıntı sorunları çözüm beklemektedir. Diğer narenciye üreticisi ülkelerde mali destekler uzun yıllar için ilan edilirken, Türk narenciye üreticisi yıllık belirlenen desteklere bel bağlamakta ve bu nedenle adeta önünü görememektedir. Bütün bunlar, rekabet gücünü koruma konusunda çok titiz stratejilerin geliştirmesini zorunlu kılmaktadır.Rakip ülkelerdeki gelişmelerin de yeterince takip edildiği söylenemez. 2000’li yıllarda narenciye ihracatının yarısı Batı Avrupa ülkelerine yapılmaktaydı. İtalya ve İspanya gibi ülkeler daha kaliteli, daha iri ve çekirdeksiz çeşitlerle o pazarı elimizden alarak, bizi AB pazarından silmişlerdir. Hatta o ülke ürünleri, artı değerli çeşitleri ile Türkiye’nin hâkim olduğu kuzeyimizdeki pazarlarda boy göstermeye başladılar. Türkiye ise, İhracat listesindeki YAFA ve VAŞİNGTON portakal çeşitleri dışında, yeni bir çeşit ekleyememiştir. Ancak kasım-ocak aylarında hasat edilen ve pazara sunulan bu çeşitlerin sayısını artıracak, eylül-mayıs dönemlerinde tüketiciye sunulacak yeni çeşitlere gereksinimiz var. İşte narenciye ekonomimizin belki de en önemli sorunu hemen hemen her bir tür için yeni genotipler-çeşitler geliştirilmesidir.Bu konuda, “yurt dışından bir çeşit getirerek sorunu çözebiliriz” şeklindeki birdüşünce çok pahalıya mal olacaktır. Çünkü artık dünyada pazarlanan her çeşidin sahibi vardır. O çeşidin ıslahçı hakkı[1] bedeli (royalite) ödenmeden, o çeşit yetiştirilemez ve ürünün ticareti yapılamaz[2]. O halde kendi çeşidimizi kendimiz ıslah etmek zorundayız. Bu konuda üniversitelerde ve kamuda yüzlerce yetişmiş elemanımız var. Ege, Antalya ve Alata Tarımsal Araştırma Kuruluşlarının başarılı ıslah timleri, birçok portakal, mandalina ve limon çeşidi tescil ettirmişlerdir. Hatta Alata’da mutasyon yöntemiyle dünyada ilk kez çekirdeksiz limon çeşitleri geliştirilmiştir. Fakat küresel ısınma arifesinde daha çok sayıda yeni genotipe gereksinimimiz olacaktır.  Uzun vadeli onlarca güdümlü proje ile yeni çeşitler geliştirmek zorundayız. Ancak böylece rekabet gücümüzü artırabiliriz.  Olası projeler: İlkbaharda hasada gelen çekirdeksiz ve iri mandalina, portakal; eylülde hasat edilebilen portakal; soğuğa, dona, hastalık ve zararlılaradayanıklı her tür narenciye; sıkmalık çekirdeksiz portakal, mandalina, vs.Çok yıllık bitkilerde ıslah çalışmalarının ne derece zor olduğu da bir gerçektir. Fakat  CRISPR-Cas, ZEN, TALEN gibi, bitkinin kendi içinde yapılan gen düzenlemelerine dayalı yeni bitki ıslah teknikleri, bu konuda büyük umutlar vaat etmektedir (Açıkgöz 2016, http://apelasyon.com/Yazi/440-gen-transfer-devri-kapaniyor-mu).Nazimi Açıkgöz[1]Açıkgöz 2012. Uluslar Arası Uygulama Sorunları İle “Islahçı Hakları” (Royalite), Güncel Hukuk (Aylık Hukuk Dergisi) Sayı: 2012/12-108, sayfa 35-37[2] 2010’larda Macaristan gümrüğünden geçirilmeyen dört tır karanfil olayı!

 

2030’LARDA TARIMDA NELER BEKLİYORUZ

Uluslararası kuruluşlar, ellerindeki olanaklardan yararlanarak, dünyanın celtik3branşlarıyla ilgili potansiyel gelişmeleri ve olası senaryoları yıllık raporlarla kamuoyuna duyururlar. FAO da 2016 yılında, tarımla ilgili olarak bir rapor yayınladı: “World agriculture: towards 2015/2030 AN FAO PERSPECTIVE (https://goo.gl/I46NV6)”. FAO’nun çok disiplinli bir ekibi tarafından hazırlanan bu rapor, ormancılık ve balıkçılık sektörleri de dâhil olmak üzere, geçmişe ve günümüze dayanarak, dünya gıda, beslenme ve tarım alanındaki uzun
vadeli gelişmeleri değerlendirilmektedir.  celtik2

Tarımsal ürün talebi, üretim ve ticaret,  gıda güvenirliği ve yetersiz beslenme konusunda beklenen gelişmelerle yola çıkan raporda, tarımın, kırsal kalkınma, yoksulluğun hafifletilmesi ve genel ekonomik büyümedeki rolü ele alınmakta, ayrıca tarıma, küreselleşme ve serbest ticaretin etkilerine değinilmektedir.

Raporda beslenme yetersizliği ile mücadelede tam başarı sağlanamadığı, tarım alanlarının sulak alanlara ve yağmur ormanlarına kaymaya devam etmesi gibi, dünya ekonomisini ilgilendiren konularda, ülkelerin ve uluslararası örgütlerin dikkatleri çekilmek istenmektedir. Örneğin dünyada eksik beslenen nüfusun 1999’lardaki 776 milyondan, 2015’lerde 610 milyona düştüğünü, fakat 2030’larda ancak 440 milyona düşürülebileceği dile getirilmektedir.

Diğer taraftan, son yıllarda tarımsal üretim ve bitkisel verim artış hızı yavaşlamıştır. Bu yavaşlama, tarımsal girdilerdeki sorunlardan değil de talepten kaynaklanmaktadır. O da 1960 sonrası yaşanan dünya nüfus artış temposundaki yavaşlama ile açıklanabilir. Sonuç olarak, dünya tarımsal ürün talebindeki artış son 30 yılda % 2,2 iken, önümüzdeki 30 için yılda % 1,5’a düşmesi beklenmektedir. Söz konusu artışlarda, günlük kişi başına düşen kalori artışı da etkilidir. 1960’larda 2360 0lan söz konusu birim, 1990’larda 2800, 2015’lerde 2940 olmuştur. 2030’larda günlük kişi başına düşen kalori ise 3050 kcal/kişi/gün olarak tahmin edilmektedir.

2030’lara doğru yıllık kişi başına tüketimindeki değişimde iki gıda gurubu dikkat çekmektedir. 2007’lerde yıllık kişi başı bitkisel yağ tüketimi 12 kg/kişi/yıl,  2030’lar için 14 kg/kişi/yıl olarak tahmin edilmiştir. Aynı dönemler için et tüketimin de %15’lik bir artış söz konusudur.

Bu beklentiler sıralanadursun, bilim ve ticari çevreler 2030’lar için çok sayıda araştırma tamamlamış veya planlamıştır. Birim alandan daha fazla ürün kaldırmaya olanak tanıyan “anıza ekim ve transgenik soya çeşitleri” ile yılın ikinci ürününü  de üreten bazı Güney Amerika ülkeleri, yalnız Avrupa’ya yıllık 40 milyon ton civarında (Türkiye’ye de 3 milyon civarında) yemlik soya ihraç etmektedirler. 2030’lara doğru tarımsal üretimi artıracak bir seri yeni buluş ve araştırma sonuçlarından bazılarına bir göz atalım:

  • Mısır’da araştırmacılar çeltik sulama suyunu yarıya indirecek yöntemler geliştirdiler (https://goo.gl/wR1LoN);
  • Laser gibi çoktandır kullanılan tekniklere ilaveten, tarımsal mekanizasyon kendini sürekli yenilemiş ve insansız traktör kullanımını devreye sokmuştur;
  • İnsan gücüne dayalı çeltik fide şaşırtması, yerini neredeyse tümüyle mekanizasyona bırakmak üzere (Resim!);
  • Uzayda sebze yetiştirme denemeleri başarı ile sonuçlanmış;
  • Kapalı alanlarda çok sayıda raf devreye sokularak vertikal tarım başlatılmıştır (https://goo.gl/o4KsRg);
  • İnsansız hava araçlarının tarımda kullanımının yaygınlaşacağı beklenmektedir (https://goo.gl/xtBemI);
  • Küresel ısınmanın sonucu gelen kuraklığa bir çare olarak “kurağa dayanıklı mısır çeşitlerinin” şimdiden üreticiye ulaştırılmış olması da, gıda yeterliliği açısından 2030’lara doğru kaygılarımızı hafifletmektedir;
  • 180 milyon hektara ulaşarak dünya tarım alanlarının %13’ünde ekilen transgenik bitkilerin yanında, transgenik hayvanların geleceği beklenmekte idi. Ve balıklarda bu, 2015 yılında transgenik somonla gerçekleştirilmiştir (https://goo.gl/K6A21H);
  • Onlarca yılı gerektiren yeni bitki çeşitleri geliştirme konusunda, yeni bitki ıslah teknikleri geliştirilmiştir. Bu yöntemlerde, GDO’lardaki gibi dışarıdan herhangi bir gen transferi söz konusu olmayıp, hedeflenen gen, DNA kesici enzimler yardımı ile susturulmakta veya etkisi artırılıp, azaltılmaktadır. Günümüzde söz konusu yöntemlerden CRISPR-Cas ve TALEN öne çıkmışsa da, 2030’lara doğru, bu tekniklerden hangisinin en etken olarak kullanılacağı henüz tahmin edilemez (http://apelasyon.com/Yazi/440-gen-transfer-devri-kapaniyor-mu).

Türk tarımı da bu ve benzeri yeniliklerden yararlanacaktır. Bunun için matbaaya yüz yıl geç devreye sokmamıza neden olan zihniyetleri aşmış olmamız gerekmektedir. Bugün tohumculuğumuzda yaşanan o, pek sağlıklı olmayan gelişmeler, paydaşları düşündürmektedir. Yabancı çeşitlere veya genetik materyale ıslahçı hakkı ödeyerek çeşit tescil ettirmeler ne ölçüde sürdürülebilir? Bu konuda ulusal insan gücü potansiyelini devreye sokacak yasa-yönetmelikleri hazırlamak o kadar mı zor? İlginçtir, Brezilya tarımsal mucizesini, kamu araştırma kuruluşları, özel sektör ve üniversiteleri bir çatı altında toplayarak gerçekleştirmiştir (https://nacikgoz.wordpress.com/2012/08/).

Nazimi Açıkgöz

“DİKEY TARLALAR“ İKLİM DEĞİŞİMİNDE BİR SEÇENEK OLABİLİR Mİ?

2025’lere doğru tarımsal ürünlerin artan nufusu besleyemeyeceği tamin edilmekte,  gıda fiyatlarında da büyük dalgalanmalar beklenmektedir. Kurak, düzensiz yağışlar gibi iklim değişikliği karşısında dünya, gerçekten bazı arayışlara yönelmek durumundadır. Her ne kadar “bitki fabrikaları” (uluslar arasıdikeytarla literatürde “şehir tarlaları”, “dikey tarlalar” da denilmektedir) bu arayışlara cevap olarak ortaya çıkmamışsa da yarınların gıda sorunları düşünüldüğünde, bu tür tarımsal üretim alternatiflerinin devreye girebilmesi insanoğlu için büyük bir avantajdır. Çünkü yarının tarımsal üretimi bazı örnekleri aşağıda verilen ciddi biyofiziki kısıtlarla karşı karşıyadır. Bunlar:

  • Tarımsal üretim artışı CO2 salınımı nedeniyle yavaşlamakta;
  • Verimli topraklar, rüzgâr ve su erozyonu, tuzlanma ve çoraklaşmanın yanı sıra endüstri ve şehirleşme nedeniyle de tehdit altında[1], 2050’lerde doyabilmemiz için Brezilya kadar bir tarım alanı artışına gereksinim olacak!
  • Yer altı suları kalite ve miktar bakımından sorunlar yaşamakta;
  • İlaç ve gübre uygulamaları çevreyi ve dolayısıyla ürün yetiştirme ortamlarını olumsuz etkilemektedir.

Tere, roka, maydananoz, nane, fesleğen, dereotu, kişniş, marul gibi boyları 20-30 cm’yi geçmeyen, 40-60 günde hasat olgunluğuna ulaşabilen sebzelerin, uygun kasalarda ekildiği ve söz konusu kasaların onlarcasının üst üste konulduğu yüksek tavanlı binalar düşünelim. Resimde görüldüğü gibi, kasa aralarının uygun ışıklandırma ve sulama sistemleri ile donatıldığında üretim ortamı hazırdır diyebiliriz. Eğer şehrin kenarında 1000 m2 lik boş bir fabrikanız varsa, bu sistemle 10.000 m2 den daha da geniş bir alanda, hemen sebze üretimine başlayabilirsiniz. Hem de yaz-kış demeden aralıksız,  yılda 5-6 ürün alarak (Video izle).

Yerel olması ve bu nedenle nakliye ucuzluğu avantajı ile yetiştirilebicek tür bitki sayısı 30-40’ı bulabilir. Brokoli, havuc,  soğan, ıtri-tıbbi-baharat bitkilerinin yanında çilek, kavun, karpuz gibi meyve gurubu da devreye girebilir. O takdirde yılda alınacak ürün sayısı azalacaktır. Genelde tarımsal üretime, özellikle de hijyenik – organik ürünlere talepler artmaktadır. Kişilerin, kaynağı bilinen gıdaları, sertifikalı ürünleri tercih eğilimleri ve genelde tarımsal ürünlerdeki teknolojik yenilikler, örneğin, “küp(m3) karpuz” veya “düşük potasyum içerikli marul” gibi bazı niş ürün pazarları da artacaktir. O nedenle şehir tarlalarının geleceği hiç de göz ardı edilecek gibi görünmüyor.

Şehir tarlaları Japon ileri teknoloji firmalarının atıl fabrikalarını değerlendirme girişimiyle ivme kazanmıştır.  Üstü kapalı bu sistemi,  seradan farklı olarak katlı bir “BİTKİ FABRİKASI” olarak devreye sokulması:

  • Bitki gelişiminde ana faktör fotosentezin LED[2] teknolojilerini;
  • Fabrika benzeri kapalı alanda, üst üste konulmuş üretim yastıklarının, hidrofonik (topraksız tarım) üretim sisteminin kurulmasını;
  • Bitki tür seçiminin ekolojik ve ekonomik araştırma ve analizlerini gerektirir (Açıkgöz 2014).

Üretim yastıkları LED ışıklandırma lambaları ve sulama sistemleri ile uyumlu biçimde monte edilerek hacim kazanımı sağlanmakta, böylece resimde de görüleceği gibi onlarca raflık bir üretim ortamı oluşturulabilmektedir.   Gerek ABD’de ve gerekse Uzak Doğu’da anahtar teslimi tesis kurucu firmalar oluştu bile. Bilgisayarı ve yüksek teknolojiyi de en etkin biçimde kullanarak, ilaç-gübre girdilerini, ışık, ısıyı ayarlayarak, CO2’i, rutubeti yani tüm yetiştirme ortamını optimize ederek hijyenik, sağlıklı ve kaliteli bitkisel üretim sağlanabilmektedir. Geleneksel üretime göre %98 su tasarrufu sağlayabilen bu sistemin üretim riskinin çok daha düşük olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildir. % 60 gübre kullanım tasarrufunu yalnız parasal olarak değil, özellikle yıkanabilir azot nedeniyle çevre kirlenmesi açısından da değerlendirmek gerek.

Devlet desteklerin öne çıktığı Japonya’da 200 civarında olan dikey tarlalar Tayvan ve Güney Kore’de de uygulama alanı bulmuştur. ABD (World’s Largest Indoor Vertical Farm is Coming to Newark), Panama ve bazı Avrupa ülkelerinde de başlayan bu tür yatırımların, pazarda yeşilliklerinin çifti bir liraya satılan Türkiye’ye girişi kolay görülmeyebilir. Yine de atıl depo-fabrika olanaklarından ve devlet desteklerinden de yararlanarak, bazı niş bitkilerle yola çıkanlar olacaktır.

Nazimi Açıkgöz

[1]Türkiye’de 2012 yılında yapılan bir Bakanlık basın açıklamasına göre son 10 yılda, 1.1 milyan Ha tarımdışı faaliyet için izin talebi gelmiştir.  %52’sine onay verilen bu arazilerin %34’ü verimli tarım arazisi imiş.

[2] LED (“Light Emitting Diode”, Işık Yayan Diyot), yarı-iletken, diyot temelli, ışık yayan bir elektronik devre elemanıdır. Çağdaş ledler  mor ve kızılötesi gibi çeşitli dalga boylarında, yüksek parlaklıkta ışık verebiliyor.

 

SURİYE OLAYLARINDA KÜRESEL ISINMANIN ROLÜ

Doğal afetler, hayati öneme sahip ekonomik kaynakları kısıtlayarak,toplumu ve dolayısıyla,  yerel yönetimleri sıkıntıya sürükleyebilir. Örneğin kuraklık, beraberinde gelen tarıSuriye4msal ürün eksikliği nedeniyle, ülkede yalnız gıdaya erişimi zora sokmakla kalmaz, aşırı bir gelir dağılım dengesizliğine neden olur. Karaborsa, kaçakçılık, yağma gibi, sosyal yapıyı yıprandıran eylemler kaçınılmaz hale gelebilir. İşin çok daha vahimi, bu durumların bazı yöneticilerce fırsata dönüştürülme riskinin doğmasıdır. 

Proceedings of the National Academy of Sciences” de, özellikle Türkiye’yi de ilgilendiren bir rapor hazırlandı. Söz konusu yayın, Suriye olaylarının iklim değişikliği ile ilişkisine ait bir araştırma sonuçlarına dayanmaktadır. Rapora göre, sırası ile 1988-1993, 1998-2000 ve 2005-2010 dönemlerinde, kuraklığın neden olduğu kırsaldan şehirlere milyonlarca göç,  sadece üretici sayısı azaltmakla kalmamış, göçler sonucu şehirlerde artan işsiz ordusu da potansiyel bir sorun doğurmuştur. Tarımsal üretimdeki düşüşler, işsiz ve fakirin gıdaya ulaşımdaki zorluklar da eklenince, ülkede, 2011 yılında olaylar patlak vermiştir. Ve şu sırada 3,9 milyonu yurt dışına olmak üzere (resim), 11 milyon Suriyeli yerinden yurdundan olmuştur[1]. Kriz öncesi orta gelir gurubuna giren bu ülkede, şu anda nüfusun yarısı açlık sınırı altında yaşamaktadır.

Araştırmada yüzyıllık iklim verilerinden yararlanarak, sıcaklıklardaki artışı ve yağışlardaki düşüşler grafize edilmiştir (Şekil). Rapörterlere göre küresel ısınma, tamamen antroponik[2], yani insanlığın neden olduğu kaynaklıdır.  Artan sera gazının neden olduğu kuraklık, yalnız ülke tarımına değil, tüm diğer sektörleri etkilemiş ve bugünkü krizin ana faktörlerinden biri olmuştur. Ülkede tarımsal üretim, 2014 yılında, son iki yıla oranla %30 daha da düşük oluştur.  

Araştırıcılar, aynı olayın Afrika’da da yaşandığını belirtirken,  bir  “science”[3] yayınına dayanarak, incelenen 60 araştırmanın da aynı görüşü paylaştıklarını önSuriye3e sürmektedirler.  İşin ilginç tarafı, geleceğe yönelik iklim tahminlerine göre, Suriye’de durumun hiç de iyi olmayacağı yönündedir. Hatta bu kapsamda, önümüzdeki yıllarda, potada Türkiye’nin de bulunduğu Lübnan, İsrail ve Ürdün gurubu doğu Akdeniz ülkelerinin söz konusu kuraklıktan etkileneceği dile getirilmiştir.

Suriye krizinin tek nedeni kuraklıktır denemez. Özellikle bölgede hüküm süren mezhepler arası çekişmelerin, ARAP baharının toplumdaki sosyo-politk etkilerin, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin, ülkenin ekonomik durumu gibi onlarca faktörün, söz konusu krizde rolleri yadsınamaz. Bu etkilerin uzun vadedeki birikimleri üzerine gelen son kuraklığın, fitili ateşlemedeki rolü hiç de göz ardı edilemez.

Raportörlerden birinin savına göre, sağlıksız su yönetimi de, kuraklık nedenlerinden birini oluşturmuştur. Taban suyunun takip edilmeyişi, su tüketimi fazla olan bitkilere geçişe engel olunmama gibi (pamuk tarımı!), üst yönetimlerin tasarrufu konular, adeta devreye sokulmamıştır. İlginçtir, su kullanım plan ve projeleri olan bazı ülkeler, gerekli tedbirleri çoktan almıştı. Nitekim Suudi Arabistan 2013 yılında,  2016’dan itibaren, ülke su varlığını tasarruf amacı ile, buğday tarımının yasaklama kararını getirdiğini duyurmuştu. (Açıkgöz1913: KÜRESEL ISINMANIN TARIMDA İLK ÇAN SESİ: S. ARABİSTAN’DA BUĞDAY TARIMINA SON).       

12 bin yıl evvel, tarım ve hayvancılığın başladığı bu ülkelerde, sıcaklık artışı ve kuraklığın sona ereceği de beklenemez. O nedenle sürdürülebilir bir su kullanım sisteminin oturtulması kaçınılmaz görünüyor.  

Rapor yazarları, krizin çıkmasında tek nedenin,  küresel ısınma ve kuraklık olarak kabul edilemeyeceğini de dile getirirken,  söz konusu faktörün, en azından, sebepler zincirinin bir halkası, ama birinci halkası olduğunu vurguluyorlar. 

Rapordan bizlerin alacağı çok önemli bir ders var. Yukarıda da belirtildiği gibi ülkemiz, geleceğe yönelik iklim tahminlerine göre kuraklık potasında.  O zaman sürdürülebilir su kullanım projelerine daha ciddi sarılmak zorundayız. Rantabl bir sulama sistemi için, sulanabilir alanların artırılması yanında, arazi birleştirmeleri, suyun en etkili kullanılabileceği agroteknik bilgi birikiminin sağlanması gerekmektedir. Fakat tüm dünyada, kurağa ve sıcağa dayanıklı kültür bitki çeşitleri hızla geliştiriledururken, acil olarak bizim de tüm tarımsal araştırma olanaklarını (Bakanlık, Üniversiteler, TÜBİTAK ve Özel sektör vs.) bir şemsiye altına alan, büyük bir proje başlatmamız gerekmektedir. Unutmayalım ki yüzlerce kültür bitkimizin, çok sayıda seçeneklerine (yazlık, kışlık vs) binlerce yeni genotiplere–çeşitlere ihtiyacı olacaktır.

Nazimi Açıkgöz

[1] http://www.wfp.org/stories/10-facts-about-hunger-syria

[2] Tayşi V. ve N. Açıkgöz 1979: Antropogen Tarımsal Çevre Bozulması. Ege U. Ziraat Fakültesi Dergisi Vamık Tayşi Özel Sayısı s: 149-155

[3] http://www.pnas.org/content/early/2015/02/23/1421533112

GIDA KRİZİNİ KÜRESEL ÇATIŞMAYA DÖNÜŞTÜRMEMEK İÇİN!

İnsanoğlunun yerleşimi fiziki koşullar, yiyecek ve içecek gibi doğal kaynaklara bağlı kalmıştır. Yiyecek, içecek ve iş sıkıntılarının, başta göç olmak üzere isyana, hatta savaşlara neden olduğu ve olacağı da bir gerçektir. Son “AraLemurlarp Baharı” patlaması çok taze bir anı olarak belleklerde yerini almıştı. Sağda görülen resimden yola çıkılarak örnek verilecek olursa, huzur içinde beslenen lemur gurubuna önce bir, sonra iki, sonra daha da çok fert daha eklendiğinde, oluşacak gerginlik, kargaşa ve kavgayı tasavvur dahi etmek istemeyiz. Azalan su kaynakları, kaçınılmaz küresel ısınma ve diğer birçok kısıtlayıcı nedenlerle, genişleme şansı zaten sınırlı olan dünya tarım alanlarında yapılacak tarımsal üretimin, artacak dünya nüfusunu ileride besleyemeyeceği bir gerçektir. Peki, o zaman insanlık, lemurlar için bile tasavvur etmek istemediğimiz senaryolarla mı baş başa kalacak!

Üretim kaynaklarına kısaca bir göz attığımızda görürüz ki, dünyada her yıl 1,4 milyar hektar alan ekilebilmektedir. Biyoyakıtlara yönlendirilen ekim alanları, gıda üretim alanlarının daralmasına neden olmaktadır. Bu nedenle G20’lerin bir kararı doğrultusunda, bundan böyle biyoyakıt üretimini artırma projelere sıcak bakılmamaktadır. Bu kararlar karşısında özellikle AB’li yatırımcıların “maç esnasında kural değişimi” itirazları yükselmişti (Açıkgöz 2014).

Tarımsal üretimin önemli bir kaynağı “SU” ya baktığımızda, durumun hiç de iç açıcı olmadığı görülür[1]. Peki, şehirleşmeye, erozyona açık, yani genişlemesi beklenmeyen tarım alanlarından, 2050’lerde %70 daha fazla ürün nasıl sağlanabilir? İyimser bir senaryoda[2], yağmur sularının tarımda kullanımı için yapılacak yatırımlarla dünya sulanabilir arazileri %9 artırılarak, söz konusu gıda açığının ¾’ünün (kötümser senaryoda 1/5’i) karşılanabileceğinden söz edilmektedir. Diğer taraftan iklim değişikliği senaryolarında “DÜNYA SU SAVAŞLARI” çoktan gündeme girdi[3]. Mısır, başka ülkelerin Nil nehri debisini değiştirme girişimini savaş nedeni sayacağını ilan etmişti. Fırat-Dicle üzerindeki yatırımlarımızın, komşularca olumsuz karşılandığını hepimiz hatırlarız. GAP yatırımları için gerekli kredilerin sağlanmasındaki zorlukları unutmamalıyız! 1960 yılında Pakistan ve Hindistan arasında imzalanan Indus nehir suyundan ortak yararlanma anlaşmasından sonra, her iki ülkenin atom bombası sahipliğine varan silahlanma yarışları da, her kesimin malumudur (detay!). Himalaya buzullarının erimesi ve son yıllarda düzeni değişen muson yağmurları, kalabalık nüfusa sahip, yöre ülke yöneticilerinin zihinlerini sürekli meşgul edecektir. Kuru tarım alanlarının suya kavuşturulması, teorik olarak çözümlerden biri gibi görünüyorsa da,  unutmamak gerekir ki, bu tip yatırımlar oldukça zor ve pahalıdır. Bu nedenle Türkiye, ekonomik sulanabilir kategorideki 3 milyon hektar kuru tarım alanını, hala 5 milyon hektarlık sulanabilir alanına ekleyememiştir.

Aslında 1960’lardan 2000’li yıllara iki kat artan nüfusu beslemeye yetecek gıda üretimini sağlayan “yeşil devrim”  bu konuda bize yol göstermektedir. Bitki ıslahı ile boyu kısaltılmış, buğday, çeltik gibi bitkilerin gübre-su gereksinimlerinin optimizasyonu ile sağlanan verim artışı örneği ile yola çıkılabilir. Yarınlarda gereksinim duyulacak tarımsal ürünün sağlanmasında verilen ekolojiler ve üretim sistemleri için yüksek verimli genotiplerin ve sonra onlardan maksimum veriminin sağlanacağı agronomik parametrelerin saptanması önde gelen çözüm önerilerinden biridir. Fakat yüzlerce kültür bitkisinin, her ülkede var olan onlarca üretim ekolojisi ve çok sayıda üretim sistemi için gereksinim duyulacak yeni çeşitlerin geliştirilmesi, hiç de kolay değildir. Kaldı ki,  iklim değişikliğinin ve yarının gerektirdiği genotipler tam olarak belirlenememişken, bitki ıslahçılarının işlerinin hiç de kolay olmadığı bir gerçektir. Diğer taraftan tarımsal araştırmalara ayrılan bütçelerde artışlar beklenirken, kısıtlamaların olması düşündürücüdür. Nitekim American Boondoggle’e göre, ABD’de tarımsal araştırmaya, toplam araştırma bütçesinin ancak % 2’si ayrılmaktadır ve bu meblağ da, zaman içersinde azalmaktadır. Durum tüm diğer gelişmiş ülkelerde de farklı değildir.

FAO,  fazla üretim”in %9’unun yeni arazilerden, %14’ünün yeni agronomik uygulamalardan ve %77’sinin ise verim artışından sağlanabileceğini tahmin etmektedir. Dünyanın tek elden tarımsal araştırmalara eğilmesini sağlamak üzere harekete geçen politikacı, bilim adamları ve tüm paydaşlar CGIAR’ı (Consultative Group on International Agricultural Research – Uluslararası Tarımsal Araştırmalar Danışma Merkezi) oluşturulmasına karar vermişlerdir. Bu merkez de, dünya tarımsal olanaklarındaki olası değişiminde gıda üretimini sürdürebilecek sistem arayışını gerçekleştirmek üzere, üç ana başlığa odaklanmıştır:

  • Tarım sistemlerinin yeni teknoloji ve politikalara adaptasyonu;
  • Potansiyel üretim ortamlarına, abiyotik (kuraklık vs.) ve biyotik (hastalık vs.) koşullara uygun yeni genotiplerin geliştirilmesi;
  • Amaca yönelik gen kaynaklarının belirlenmesi, korunması ve sürdürülmesi

Buradan, yarınların beklediği tarımsal ürünü verecek genotipleri geliştirmek için, çok sayıda uzman araştırma elemanına gereksinimi olacaktır. Memnuniyetle belirtmek gerekir ki söz konusu kadrolar üniversitelerde mevcuttur. Maalesef bu kadrolar, gelişmekte olan ülkelerde (bizde olduğu gibi) yarının gıdaları için araştırma yapmak üzere yönlendirememişlerdir. Ne var ki bu adımı biz ne YÖK, ne Tarım Bakanlığından ve ne de siyasi partilerden bekleyebiliriz. Tarım paydaşlarının bu konuda ilk adımı atacakları beklenmektedir. Fakat önce,  farkındalığın yaratılması gerekmektedir. Bu işin de, oluşumunu sevinçle öğrendiğim “TARIM GIDA YAZARLARI VE GAZETECİLERİ DERNEĞİ”nin (TAGYAD) öncelikli projeleri arasına girmesi ile gerçekleşebilecektir.

Nazimi Açıkgöz

[1] Türkiye’de yıllık 1500 ton olan kişi başına su tüketimimizin 2050’lerde 800 tona düşeceği tahminlenmektedir.

[2] de Fraiture, Charlotte et.all. 2007. Looking ahead to 2050: scenarios of alternative investment approaches. Water for food, water for life: a comprehensive assessment of water management in agriculture. D. Molden. London, UK, Earthscan: 91–145.

[3] http://www.dhakatribune.com/bangladesh/2015/feb/16/global-warming-may-result-%E2%80%98climate-wars%E2%80%99

SELÜLOZİK ETANOL ÜRETİMİ DÜNYA EKONOMİSİNE BİR KATKI SAĞLAYABİLECEK Mİ!

Fosil yakıtların ozon tabakasına olumsuz etkisi dolayısıyla, küresel ısınmanın ana nedenlerinden biri olduğu bir gerçek. Buradan yola çıkan dünya karar mekanizmaları, özellikle petrol kullanımını devreden çıkartacak seçenek arayışında önceliği biyoyakıtlara vermiştir[1]. Aslında 1970’lerde Brezilya’nın şeker kamışından elde ettiği etanolun petrol ikameSELÜLOZİK ETANOLsindeki cazip fiyatı, diğer ülkeleri de harekete geçirmiş ve mısır ABD’de biyoyakıt olarak devreye sokulmuştur. Bunu birçok AB’ ülkesi de takip etmiş ve gelecek yıllarda daha yüksek oranda biyoyakıt kullanımı hedeflenmiştir. Hatta AB 2010’larda taşımacılıkta kullanılan yakıtlardaki biyoyakıt karışım oranı %5,75’i, 2020’lerde %10’lara çıkarmayı planlayarak,  konu ile ilgili yatırımlara maddi destek sağlamaya başlamıştı. Doğal olarak bu politik kararlara göre de, endüstri gerekli yatırımları planlayıp, uygulamaya koymuştur. Ne var ki kaynaklarının gıda dışı kullanımının, G20’lerce gıda krizinin ana nedeni olarak açıklanmasından sonra, yaklaşımlar yeniden değerlendirilmek durumunda kalmıştır. Bu aşamada su yüzüne çıkan bir olgu, olayı bambaşka bir yöne çevirmiştir. Bu zamana kadarki CO2 salınım hesaplarında biyoyakıtları sağlayan bitkilerin tarımı esnasında ve orman açmaları nedeni ile açığa çıkan CO2‘in dolaylı etkisi (ILUC[2]) adeta göz ardı edilmişti. Bu etkinin varlığının kabulünden sonra da, ilgili komisyon Avrupa Parlamentosuna (AP) başvurarak, olayın yeniden değerlendirilmesini talep etmiştir. AP 11 Eylül 2013 tarihli toplantısında önceki kararlar çerçevesinde 2020’lerde yakıt harmanında %10 olarak öngörülen biyoyakıt oranının %5’lerde kalmasını kabul etmiştir. Bu karar AB biyoyakıt endüstrisinde şok etki yaratmıştır. AB destekleriyle ileriye yönelik kapasite artırımı için yatırım yapan firmaların, onların üst çatı organizasyonlarının ve basın organlarının “bu bir ‘maç esnasında kural değişimidir’”, “biyoyakıtlar konusunda U-dönüşü” gibi yakınma ve saptamalara şahit olunmuştur.

Bilindiği gibi mısır, soya gibi gıda maddeleri birinci; mısır sapı, orman ürünleri, organik atıklar vs. ikinci (selülozik); alg gibi tarım dışı kaynaklar üçüncü nesil biyoyakıtların hammaddelerini oluşturmaktadır. Zaten ikinci ve üçüncü nesil biyoyakıtlarla ilgili AR-GE yoğun olarak devam ediyordu ve hatta THY[3] dâhil birçok büyük hava yolu şirketi, üçüncü nesil (algler) kaynaklı yakıt üreticileri ile ticari görüşmeleri başlatmışlardı.

İşte tam bu aşamada selülozik etanol üretimi için pilot çalışmalar meyvelerini vermeğe başladı. İlki Crescentino, İtalya’da 2013 ekiminde, İtalyan Mossi Ghisolfi Group ve Danimarka’lı Novozymes ortaklığında kurulan Beta Renewables” ve ikincisi de Emmetsburg, Iowa’da (ABD)’da, eylül 2014 de, Hollandalı (Royal DSM) ve ABD’li (POET, LLC) ortaklığında kurulan Project LIBERTY fabrikaları selülozik etanol üretimine başladılar. Bu ticari üretimlerin ana maddesi ABD’de mısır, İtalya’da ise buğday, çeltik sapı ile kargıdır. Ortakların enzim ve biyoetanol üretimindeki onlarca yıllık tecrübeleri, bu yatırımların gerçekleşmesinde yönlendirici olmuştur. Söz konusu yatırımlarda öne çıkan bir olgu,  kamunun olaya sıcak yaklaşımı çarpıcıdır. Örneğin ABD’deki yatırımda Enerji Bakanlığı fabrikanın mühendislik çalışmaları ve inşaat aşamasında 100 milyon US$, Iowa eyaleti 20 milyon US$, Tarım Bakanlığı da 3 milyon US$ yardımda bulunmuştur. Günde 770 tonluk tarımsal ürün atığı (sap, yaprak, kök, dal vs) işleme kapasitesindeki bu fabrika, yılda 75 milyon litre etanol üretebilecektir. Şirket cirosunun, biyoetanol ve lisans gelirleri ile birlikte 2020’lerde, 250 milyon US$’ı bulacağı tahmin edilmektedir. Özellikle mısır üreticilerinin saplarının değerlendirilmesi açısından, çiftçiye milyonlarca dolar gelir sağlayacağı beklenmektedir. İşletmenin Iowa’ya yıllık 1,2 milyar US$ katkıda bulunacağı öngörülmektedir.

Bu yatırım dalgasını diğer birçok fabrikanın izleyeceği muhakkak. Peki, sistemin yararlandığı hammadde bu yatırımlara yeterli olabilecek mi? Biyo-ekonominin bu ileri uygulamalarının, tarımsal yatırımlarda yeni yönlendirmelere neden olacağı beklenmektedir. Hele hele ABD’nin 2022’lere 75 milyar litre selülozik etanol hedeflemesi (daha 1000 adet Project LIBERTY gibi selülozik etanol fabrikası ile sağlanabilir), olayın önemini çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. Bu aşamada enerji bitkilerine de gereksinim doğacaktır. Peki, hektardan ortalama 5 ton sap kaldıran ve bunun karşılığında 90 dolar kazanan mısır üreticisi, gereksinimi karşılayabilecek mi? İşte bu durumda söz konusu fabrikaların enerji bitkilerine yönlenmesi kaçınılmazdır. Dallı darı (switchgrass) bu gurup bitkilerin başında gelmekte ve ticari olarak bir çok ülkede devreye girmiştir. İki farklı hammadde kaynağının, kendi aralarındaki rekabetini zaman gösterecektir. Diğer bir soru da, dallı darının selülozik etanol üretimi dışında, yem maddesi olarak kullanılmasıdır.  Çok yeni bir yayında dallı darının enerji bitkisi olarak değil de, hayvan yemi olarak kullanımının daha ekonomik olabileceğine değinilmektedir. Birinci kuşak biyoyakıtların hammaddesi mısır gibi ana gıda maddesi olduğundan, gıda yetmezliğini ve fiyat artışlarını tetiklemesi nedeniyle biyoyakıt hammaddesi olarak kullanımı G20’ler tarafından yasaklanmıştı. Bu kez, ikinci kuşak selülozik etanol ham maddelerinin kullanımının, hayvan yemi yetmezliği ve fiyat artışına neden olduğu gerekçesi ile aynı örgüt tarafından engellenmesine mi şahit olacağız!

Nazimi Açıkgöz

[1] Açıkgöz Nazimi, 2013: http://blog.milliyet.com.tr/ab-de-biyoyakitlar-konusunda-u-donusu/Blog/?BlogNo=429337

[2]  ILUC: Indirect land-use change – arazi kullanımındaki değişikliğin dolaylı etkisi

[3] http://www.yesilekonomi.com/surdurulebilirlik/thy-copten-jet-yakiti-ureten-sirket-ile-gorusmelere-basladi

DÜNYA TARIM EKONOMİSİNDE GİZLİ BİR KAHRAMAN: CGIAR

Türk aydını maalesef gıda, tarım gibi geleceğimizi derinden ilgilendiren bazı önemli konulara yeterince eğilmediği gibi, basın da gerekli ilgiyi göstermemektedir. 1960’lardan 2010’lara katlanan dünya nüfusunun nasıl doyurabildiği sorusunu kaçımız cevaplayabilir? İkinci “yeşil devrimin” yaşandığı günümüzde, daralan tarımsal BuğÇelWPalanlara, iklim değişiminden etkilenen verime rağmen, gelecekte açlık yaşanmaması için tüm olanakları ile savaşan bir çatı örgütü CGIAR[1]’ı ne kadar tanıyoruz? Belki Filipin’lerdeki Uluslar Arası Çeltik Araştırma Enstitüsü IRRI’yi, Meksika’daki Uluslar arası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi CIMMYT’i bazılarımız duymuştur. İşte bu tip 15 konu enstitüsünü araştırma konularından, eleman teminine, finansmanından, yerel yönetimine koordineli bir şekilde sürdüren üst birim CGIAR’dır. Bu örgüt, Nobel kazanan araştırmacıları ile 1960’larda 100 kg/da olan buğday verimini 2010’larda 300 kg/da’lara ulaştıran yeni çeşitler geliştirmişler ve bu çeşitlerin azami verimini sağlayan su, gübre ve ilaç gibi agronomik parametreleri belirlemişlerdir. Şekilden de anlaşılacağı gibi söz konusu veriler çeltik için 1960’larda 183 kg/da ve 2010’da 435 kg/da’dır. Yani son 50 yılda buğday veriminde sağlanan üç kata yakın bir artışın gizli kahramanı bu kuruluştur.

Söz konusu 15 enstitünün her biri, belirli bitkilere veya farklı tarımsal ekolojik zonlara odaklanmıştır. Örneğin Haydarabat’taki  (Hindistan) ICRISAT[1] salt sorgum gibi yağmur dışı sulanmayan bitkilerin ıslah ve yetiştirme tekniği konusunda yoğunlaşmıştır. Ibadan’da, (Nijer, Afrika) 1967’den beri faaliyet gösteren IITA[2] ise tamamen tropik koşullarda yetişen kültür bitkilerine yönelik çalışmaktadır. LimaPeru’da faaliyet gösteren CIP (Centro Internacional de la Papa – International Potato Center) de patates ağırlıklı olarak Güney Amerika koşullarına odaklanmıştır. Uluslararası gıda politikaları araştırma Enstitüsü – IFPRI, CGIAR’ın Washington’da kurulmuş bir birimi olarak tarım ve gıdanın ekonomi ve politikaları ile ilgilenmektedir.

CGIAR kendisine bağlı enstitülerin diğer birçok kuruluşlarla birlikte oluşturduğu            “İklim Değişikliği, Tarım ve Gıda Güvenirliği” projesi gibi son yıllarda öne çıkan konuları kucaklayabilmektedir. Gizli açlıkla savaş çerçevesinde, klasik ıslahla bitkilere eksikliği söz konusu vitamini veya minerali kazandıracak gen transferi fikri ortaya atıldığında, Birleşmiş Milletlerin Dünya Sağlık ve Gıda ve Tarım örgütleri CGIAR’ı devreye sokmuşlardır. Biyolojik olarak zenginleştirme (BIOFORTIFIDE) ile, gizli açlığın[3] ana nedenlerinden demir, manganez, çinko gibi mikro besin elementlerince zenginleştirilmiş yeni bitki çeşitlerinin geliştirilmesi amaçlanmıştır. CGIAR 2004 yılında başlattığı uluslararası “HarvestPlus Challenge” programı ile kısa zamanda beklenmeyen gelişmeler sağlamıştır[4]. Örneğin Kongo’da vitamin A’ca zenginleştirilmiş kasava ve demircezenginleştirilmiş bakla çeşitleri, Zambia’da vitamin A’ca zenginleştirilmiş mısır çeşidi,  Hindistan’da demirce zenginleştirilmiş cin darı çeşidi, Uganda ve Mozambik tarımı için vitamin A’ca zenginleştirilmiş tatlı patates çeşidi, Hindistan ve Bangladeş için çinkoca zenginleştirilmiş çeltik çeşidi tescil edilmiştir.  2014 yılı içinde de Hindistan ve Pakistan için yine çinkoca zenginleştirilmiş buğday çeşitlerinin tescili beklenmektedir. Örgüt, özellikle biyoçeşitliliği koruma konusunda önde gelen kuruluşlardan biridir. Partner enstitüleriyle birlikte sahip olduğu 11 gen bankasında 710.000 örneğe sahiptir. Ayrıca CGIAR enstitüleri, Norveç’de kurulu  Svalbard Küresel Tohum Bankasının, özellikle kültür bitki tohumlarının temini ve canlılığının devamının sağlanması konularında destek vermektedirler.

CGIAR özel bir fon yönetimine sahiptir. Minimum 100.000 US$’lık bir katkı ile ülkeler, vakıflar ve uluslararası STK’rının’ın katılabildiği bu fonda destek seçenekleri oldukça fazladır. O ölçüde de desteklerde hedef belirleme şansı da verilmektedir fon üyelerine. Örneğin Türkiye “SÜNE” veya “KIMIL” konusunda araştırma yapmak koşuluyla herhangi bir enstitüye bağışta bulunabilir. CGIAR’a bağlı enstitülerin geliştirdiği çeşitler için de ıslahçı hakları (fikri mülkiyet hakları) talebi söz konusu olmamaktadır.

Destekleyicileri arasında Türkiye’nin de bulunduğu kuruluşun bizi yakından ilgilendiren bir enstitüsü de ICARDA[5]’dır. 1977 yılında Halep – Suriye’de kurak bölge sorunlarına yönelik tarımsal araştırmalar yapmak üzere kurulan ICARDA Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığımızla sıkı işbirliği içindedir. 2013 yılında imzalanan protokolle var olan projelere ilaveten kışlık buğday ıslahı, bitki hastalıkve zararlılarıyla entegre mücadele ve kuraklık araştırmalarında işbirliği konusunda anlaşmaya varılmıştır. Fakat son Suriye krizi nedeniyle merkezini Lübnan’a taşıyan kuruluşun, özellikle tarla denemelerinde çektiği sıkıntılar basında da yer almıştır. “Ürünü direnişçilere bırakmak koşulu ile yalnız verilere razı olmak” zorunda kalmıştır. Söz konusu uluslararası tarımsal araştırmaların birçoğunun ülkemize kaydırılması için gerekli desteğin verilmesi yerinde olacaktır. Unutmamak gerekir ki, mevcut buğday çeşitlerimizin birçoğunun ebeveyni CGIAR kuruluşu CIMMYT kökenlidir.

Nazimi Açıkgöz

[1] International Crop Research Institute for the Semi-Arid Tropics

[2] International Institute of Tropical Agriculture

[3] Genelde yeterli ve düzgün beslenememenin sorun olduğu, görünüşte pek fark edilmeyen fakat yorgunluk ve zaafiyetin yaşandığı bir hastalık. Mineral ve vitamin eksikliğinden kaynaklanan bu hastalık, dünya nüfusunun 1/3’ü için geçerli olup, özellikle çocuklarda körlük ve zekâ geriliği, kadınlarda doğum esnasında ölümlere neden olmaktadır.

[4] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2013/08/06/ilaclar-artik-tarlalardan/

[5] International Center for Agricultural Research in the Dry Areas

Nazimi Açıkgöz

[1]Consultative Group on International Agricultural Research, Uluslararası Tarımsal Araştırma Danışma Gurubu  

[2] Genelde yeterli ve düzgün beslenememenin sorun olduğu, görünüşte pek fark edilmeyen fakat yorgunluk ve zaafiyetin yaşandığı bir hastalık. Mineral ve vitamin eksikliğinden kaynaklanan bu hastalık, dünya nüfusunun 1/3’ü için geçerli olup, özellikle çocuklarda körlük ve zekâ geriliği, kadınlarda doğum esnasında ölümlere neden olmaktadır.

[3] http://blog.milliyet.com.tr/ilaclar-artik-tarlalardan-/Blog/?BlogNo=427502

[4] International Crop Research Institute for the Semi-Arid Tropics

[5] International Institute of Tropical Agriculture

[6] International Center for Agricultural Research in the Dry Areas